Yoksulluğa Feminist İsyan
8 min readFeb 15, 2022

--

YOKSULLUĞA FEMİNİST İSYAN!

Nedir kadın emeği? Ne yaparız biz kadınlar? Her şeyi! Akla hayale gelen her şeyi. Temizlik nedir mesela? Her yer temizlenir. Sokaktan iş yerine, evden bahçelere. Kadının harcadığı emek türü sınırları, tanımları ihlal eder. Çünkü aslında kadın emeği, kapitalizm ve patriyarkanın dünyayı sömürmek ve yönetmek için kullandığı en önemli araçlardan biri. İçinde bakım var, üretim var, yeniden üretim var, aynı anda birden çok işi yapmak var. Bu emek özel mi, kamusal mı belli değil. Hayatın her alanına taşıyor.

Neden? Çünkü ezilmişliğin emeğidir. Bağımlıdır, tarif edilmiştir, ikincil denmiştir. Kadın emeğini tarif edenler tam da heteropatriyarka ile kapitalizmdir. Bu büyük sistemler zaman içinde değiştikçe kadını, kadınlığı içine sıkıştırdıkları tarif de değişir. Adına ev içi emek denir, emeğin yeri bildirilir ama sonra çocuğunu doyurmak için evin dışına çıkması da beklenir. Başka evlere çalışmaya gidince yaptığına ‘üretim’ denmez, ama fabrikaya çalışmaya gidince de buna ‘eve ekmek getirmek’ denmez, daha az ücret, daha az statü verilir. Üstüne sanki tüm gün çalışan o değilmiş gibi eve döndüğünde ücretsiz mesaisi yeniden başlar. Her şey ona sorulur, ondan beklenir.

Bu dün de böyleydi. Ama bugün, 20 yıllık AKP iktidarının geldiği noktada daha yoksuluz, daha eşitsiziz. Daha doğrusu birileri hayatımız pahasına zenginleşirken yoksullaştırılıyoruz, iliğimize kadar sömürülüyoruz. Karda kışta kombiyi donmadan kaç saat kapatabileceğimizin, kaç odanın peteğini kapatırsak faturanın daha az geleceğinin hesabını yapıyoruz. Yüksek kademeden elektrik ödememek için çamaşırı, bulaşığı daha çok elde yıkamak, evde başka kimse yoksa ışık açmamak veya erkekler TV karşısında uzanırken dinlenmek yerine harcanan kilovat-saatin çetelesini tutmak yine bize düşüyor. Hangi market, hangi marka daha ucuz, nerede biraz olsun “indirim” var diye kovalayarak, bunun bilgisini birbirimizle paylaşarak saatler geçiriyoruz, mesafeler kat ediyoruz. Yeniden üretim kadar tasarruf emeğimiz var. En çok da biz kadınlar.

Eğer ücretli çalışıyorsak, günümüzün ücretli mesai dışında kalan sınırlı saatleri de kazandığımızı, tek bir kur oynamasına, cumhurbaşkanının kararlarına, bir günden ötekine gelen zamlara karşı nasıl koruyabiliriz diye düşünerek geçiyor. Kendi gücümüzle ayakta durabilmek, kimseye muhtaç olmamak için çıktığımız yolda tek maaşla kiranın asla ödenemeyeceği gerçeğine tosluyoruz. O da yetmiyor, bakılacak herkesin derdi üzerimize yıkılıyor. Çocuk bakımı, yaşlı bakımı, koca bakımı, aile ilişkilerini düzenlemek için verdiğimiz duygusal emek… Bakım kamusal bir hizmet olmadıkça, özel sektörden karşılamak gittikçe pahalandıkça ve kendi ihtiyaçlarını dahi gidermekten uzak erkekler bu sorumluluktan muaf tutuldukça üzerimizdeki yük katlanıyor. Yani biz ücretli çalışmasak da çalışıyoruz.

Öğrenciysek, ‘Ailemin dayattığı hayata mecbur değilim, hem okurum hem çalışırım’ deyip çarpıp kapıyı çıkacak oluyoruz, gidecek yurt, çalışacak iş, işin karşılığında geçim imkânı bulamıyoruz. Bulduğumuz yurtların ya içinde rutubetten bizim dışımızda her şey yaşıyor, ya ücreti ödenmeyecek kadar fazla, ya o cemaatin bu tarikatın çizdiği sınırlara tabiyiz, ya da bunların hepsi birden. Kıyafetimiz, bedenimiz, arzularımız, yaşam biçimimiz, neye inandığımız/inanmadığımız, neye hayır dediğimiz — kısacası kendimiz olma yolunda bize bazen şiddet, bazen tehdit yoluyla, bazen suçluluk hissettirerek alan tanımayan aileler, aynı onlar gibi cemaatler, içinden çıkılması güç evlilikler ve bizi tüm bunlara mecbur eden ve itirazımızı suç sayan devlet arasında sıkışıp kalıyoruz. Parasızlık, seçeneksizliğe dönüşüyor. Yoksulluk, özgür olmamızı engelliyor. Kürtaj, hormon tedavisi, HPV aşısı, ped, doğum kontrol hapı — hepsi her gün daha pahalı, daha erişilmez.

Çocukken ayrı yaşlıyken ayrı görünmeziz. Kız çocuklarını yarım yamalak okutup hızlıca evlendirmekten yana olanlar, bunun için yasa değiştirmeye kalkanlar, bir ömür evde ve işte emeğimizi sömürdükten sonra 65’imizde bizi ‘topluma yük’ sayıyor.

Göçmen olunca üstüne bir de temel haklardan yoksun bırakılmak, hem bedavaya çalıştırılmak, hem bedavaya çalıştıran yerine suçlanmak, ırkçılığa uğramak ekleniyor. Ev içinde, tekstil ve imalat atölyelerinde, otellerde, mağazalarda, seks işinde kayıt dışı ve güvencesiz koşullara mahkum ediliyor, her türlü şiddete maruz kalıyoruz. En çok da biz kadınlar, lgbti+lar.

Bu düzende LGBTİ+ olarak hayatta kalmak bile adeta bir mücadele. Yükselen homofobiyle, transfobiyle baş etmek yetmiyor, pahalanan hayat karşısında birbirimiz dışında tüm destek mekanizmalarından da yoksun bırakılıyoruz. Trans olmak barınabilir ev, güvenceli ücretli iş ve eğitime erişmenin neredeyse imkansız hale getirilmesi anlamına geliyor. Sistem hayatta kalabilmen için kendinden vazgeçmeni bekliyor. Ne cinsiyet uyum ameliyatı ne hormonlar temel sağlık ihtiyacı sayılıyor. İnsanların yaşayamaz hale getirilmesinin adına da ‘cinayet’ değil ‘intihar’ deniyor, trans cinayetleri cezasızlıkla destekleniyor, devlet ve polis transfobinin bizzat faili oluyor. Üstüne üstelik AKP, bu LGBTİ+ düşmanlığını İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkışını ve sayısız hakkımıza göz dikişini meşrulaştırmak için kullanıyor.

Ama bizler ne yaşadığımızı iyi biliriz. Destek mekanizmalarından yoksun olsak, dayanışma imkanları sınırlı olsa da isyan vardır. Sokağa çıkma denen kadın çıkar, ‘Sever de döver de’ telkiniyle büyümüş kadınlar zor da olsa kurumlara başvururlar; Özgecan’dan, Hasret’ten, Emine Bulut’tan, Yasemin Çakal’dan, Hande Kader’den, Jesca’dan, Çilem’den, Şule Çet’ten, birbirimizden öğrenerek.

Bu düzenin baştan aşağı değişmesi, dünyanın yerinden oynaması mümkün. Öncelikle bizi ezerek, dünümüzü, bugünümüzü, yarınımızı çalarak, ayrıştırarak, hakkımızı hukukumuzu, toprağımızı, suyumuzu, emeğimizi yiyerek zenginleşen bu rejimin değişmesiyle. Ama yetmez, biliyoruz. Özeli, kamusalı ayırarak emeğimizi de bizi de hem görünmezleştiren hem üzerine konan, bizden aldığıyla şirketleri, erkekleri besleyen bu heteropatriyarkal, kapitalist sistemin ‘fabrika ayarlarına dönmesi’ değil; yıkılması gerek.

YARIN DEĞİL, HEMEN ŞİMDİ!

Sadece bugünün yönetenlerinden, sermayesinden, erkeklerinden alacaklı değiliz; yarın yönetmeye talip olanlara da düzen değişmeden çözüm yok diyoruz. Ve yeni düzeni feminist mücadelemizle kurabileceğimizi biliyoruz. Öldürmeyip süründürecek yardımlarla, iki günde eriyen asgari ücret ve maaş zamlarıyla, bugün de hayatta kalabilmekle, bu ayı da atlatmakla yetinmiyoruz. Hepsini istiyoruz. Evde ısınmamızın, ışık açmamızın, doyacak kadar beslenmemizin, bakım ihtiyacımızın, sigortamızın özel sektörün kâr-zarar hesabına kurban edilmediği, temel hizmetlerin ve özellikle temel bakım hizmetlerinin ‘bedava’ diye kadınların üzerine yıkılmak yerine kamulaştırıldığı ve ortak sorumluluk haline getirildiği bir düzen. Başka türlü bir enerji politikası, başka türlü bir vergi politikası, başka türlü bir istihdam politikası, başka türlü bir sosyal politika, başka türlü bir hayat. Biz hayatı istiyoruz!

“İMKANSIZ! BUNLARIN HEPSİ HAYAL…” dediğinizi duyar gibiyiz.

Aslında gayet mümkün. Hem de eldeki kaynaklarla. Nasıl mı?

Bir düşünelim: Devletin yaklaşık bir buçuk trilyonluk bir bütçesi var. Bu bütçenin 1,2 trilyonu, yani yaklaşık %85’i vergilerden sağlanıyor. Peki, en çok vergiyi kim ödüyor, en zenginler mi? Hayır. Devletin vergi gelirinin sadece %30’u gelir vergisi gibi kazanca göre kademelendirilen vergilerden, %70 kadarı ise KDV, ÖTV gibi satın aldığımız mal ve hizmetlere hepimizin aynı oranda ödediğimiz vergilerden oluşuyor. Bu oran AB ülkeleri ortalamasında tam tersi. Yani ülkenin en zengin %1’lik kesiminin gelirleri değil; regl olduğumuzda almak zorunda kaldığımız pedler, tamponlar her gün neresinden kısacağımızı şaşırdığımız market alışverişlerimiz için ödediğimiz vergiler dolduruyor devletin kasasını. Bu sırada, neredeyse tamamı erkek olan Türkiye’nin en zengin 100 kişisi ise kazançlarının yalnız %1–2'si kadar vergi ödüyor, her yıl çıkan şirketlere vergi affından yararlanıyor.

Doğru düzgün vergi bile ödemedikleri bu kazancı nereden sağlıyorlar peki? Mesela AKP’nin Hazine’den onlara dağıttığı ihalelerden! Yani bizim cebimizden. Doğayı ve kentleri talan eden Cengiz Holding, Limak Holding, Kalyon Holding, Kolin Holding ve Makyol Holding — son 10 yılda 100 milyar TL’ye yakın ihale (94 milyar TL) aldılar. Geçtiğimiz gün tek bir ihalede 6 milyar TL kazanıverdiklerini öğrendik. Aynı yıl amacı eşitliği sağlayıp kadınları güçlendirmek olan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’ne, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri’ne ve sığınaklara ayrılan toplam yıllık bütçe 354 milyon! Yani iktidara yakın 5 holdingin bir ihalede aldığının 17’de biri.

Bunun tam tersi olsa nasıl olurdu?

Bahsi geçen 6 milyarla 4.000 sığınak veya 17.000’den fazla kreş açmak mümkün. Yani sırf bu miktarla bile Türkiye’nin her ilçesine sığınak açıldıktan sonra, Türkiye’deki mahallelerin neredeyse 3’te birine kreş açılabilir. Ülke çapında kadınların, çocuklarının hayatını değiştirecek mekanizmalar aslında 5 şirketin kar hırsından daha az maliyetli.

Devletin kasası, yani tamı tamına aynı bütçe, en yoksul kadınların zorunlu harcamalarından değil, en zengin erkeklerin katmerlenen gelirinden tahsil edilebilir. Market alışverişimize, elektriğe, suya, geçimimize değil servete vergi mümkün! Mesela Türkiye’nin en zengin 3 erkeği, Murat Ülker, Erman Ilıcak ve Ferit Şahenk kişisel servetlerine sadece 2021 yılında toplam 35 milyon TL ekledi. Bırakın servet vergisini, bu üç erkek gerçekten %35 oranında gelir vergisi ödese dahi bu 12 milyon TL ediyor, bu da Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün yıllık bütçesine denk! Bu sırada pırlantaya, elmasa, yata, tekneye uygulanmayan ÖTV çamaşır makinesine uygulanıyor, bunlardan alınmayan %18 KDV regl ürünlerinden alınıyor. Yani sabahtan akşama kadar çalışsa da geliri olmayan 17,5 milyon ev kadını vergisiyle devleti geçindirirken, devlet de bir avuç zengin erkeği finanse ediyor.

Peki ya vergilerimizle oluşan devlet bütçesinin dağılımı? %48’i Hazine ve Maliye’ye, %13’ü Milli Eğitim Bakanlığı’na, %7’si Sağlık Bakanlığı’na, %5’i Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na, %5’i Milli Savunma Bakanlığı’na, %4’ü Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na, %3’ü Emniyet’e, %1’i Diyanet’e gidiyor. Sığınaklara, kadın istihdamını arttırıcı önlemlere, kreşlere, kamusal bakım hizmetlerine yani bizim hayatımızı kökünden değiştirecek faaliyetlere ayrılan bütçe bu %1’in dahi katbekat altında. Hazine ve Maliye Bakanlığı koskoca 720 milyarlık bütçesiyle ne mi yapıyor? İhaleyle para dağıtıyor. Maliyeti 1.7 milyar dolar olan Osmangazi gibi bir köprüye 13 milyar dolar hazine garantisi veriyor. İstanbul Havalimanı’na verilen yolcu garantisi tutmadığı için bir yılda 230 milyon Euro ödüyor, 12 yılda 6.3 milyar Euro garanti ediyor. Yani birilerini zengin ediyor.

O zaman hadi bunu tersyüz edelim. Köprülere, havalimanlarına, yollara, hastanelere hazineden maliyetinden fazla para ödemeyelim. Eşitsizliğe fıtrat eşcinselliğe ‘sapkınlık’ diyen Diyanet’e 16 milyar TL vermeyelim. Katilleri, uyuşturucu baronlarını bir türlü engellemeyen ama her hakkımızı aradığımızda TOMA’sıyla barikatıyla karşımıza dikilen Emniyet’e 56 milyar TL ayırmayalım. Her biri 6 milyon dolardan fazlaya mal olan Silahlı İnsansız Hava Araçları’ndan (SİHA) alıp durmayalım. Ne mi olurdu? ÜCRETSİZ temel sağlık hizmetlerine, KAMUSAL enerji ve doğalgaz üretim ve dağıtımına, ŞÖNİM’lere, ÜCRETSİZ EĞİTİME, kadın sığınaklarına, KAMUSAL bakım merkezlerine, ÜCRETSİZ veya ucuz toplu ulaşıma, öğrenciler için ÜCRETSİZ, KAMUSAL, dini cemaatlerin idaresinde olmayan yurtlara yetecek kadar para olurdu. Diyanet bütçesinin yarısı bile ülkede HPV aşısının ücretsiz olmasını sağlar, rahim ağzı kanserini önlerdi. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrılan bütçenin 8’de biri bile ülkedeki tüm elektrik tüketimini karşılardı. Yani şirketler haricindeki elektrik tüketiminin ücretsiz olması gayet mümkün! Ki bu elektriğin dağıtımı kamulaştırıldığı takdirde devlete maliyetini ödesek bile bu faturalarımız dörtte birine inmesi anlamına geliyor. Çünkü yine Cengiz, Kolin gibi isimlere ait enerji şirketleri devletten aldıkları elektriği bize tam dört katına satıyorlar. Bakım hizmetlerinin kamulaştırılması ise sadece kadınların hayatlarından çalınan zaman ve emeği azaltmak açısından değil, yaratacağı güvenceli istihdam açısından da hayati.

Kadınların istihdama girmesinin, eşit ve güvenceli çalışmasının önündeki en temel engel cinsiyetçi işbölümü. Türkiye’de dört kadından yalnızca biri ücretli çalışıyor. İki kadından biri, yani 17 milyon kadın ise evde ücretsiz emek sarf etmekten iş dahi aramıyor, arayamıyor; 1 milyon kadın iş aradığı halde işsiz. Çalışan 9 milyon kadın ise ev işleriyle beraber fazla mesai yapıyor, çünkü kadınlar ev işlerine erkeklerden günde ortalama 4 saat fazla harcıyorlar. Hâlbuki bütçe baştan aşağı farklı dağıtılsa kamusal bakım hizmetleri için yeteri kadar kaynak var. Toplam ev içi emeğin yarısı kamusal bakımla karşılansa, kalan kısmı da eşit bölüşülse kadınların harcayacağı zaman 1.5 saate inecek, kadınlar her gün 2.5 saat kazanacak. Bu 2.5 saat işte güvenceyle güvencesizlik, dinlenmekle asla dinlenememek, sağlıkla sağlıksızlık, sosyalleşebilmekle sosyalleşememek arasındaki fark olabilir.

Yani pandemiyle, ekonomik krizle artan bakım emeği yükünü üzerimizden almak hiç zor değil. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı sosyal politikalarla cinsiyetçi işbölümünü aşındırmak mümkün. Ama yıllardır AKP politikası bunun tam tersi yönde oldu. Kamu kreşleri kapatıldı. Sayıştay, belediyenin Aile Bakanı’nın yurtdışındaki yüksek lisansını karşılamasını değil kreş hizmeti vermesini “kamu zararı” olarak nitelendirdi. Ülkenin cumhurbaşkanı üç çocuk yetmez derken, bakanı çıkıp kadının kariyerinin annelik olması gerektiğini söyledi. Bu sırada Aile Bakanlığı’nın bütçesinin %80’inden fazlası yapısal eşitsizliği ortadan kaldırmayan sosyal yardımlara ayrıldı. Bakım kamusallaşmak ve paylaşılmak yerine, asgari ücretin yarısı civarındaki 2345 TL’lik “evde bakım ücreti”yle iyice kadınlara yıkıldı. Yani özetle bu hayata kamu hizmeti veriyoruz.

Hem emeğimizi, hem zamanımızı çalıyorlar. Bizi hem ürettiğimize hem de birbirimize yabancılaştırıyorlar. Ama biz görünmezleştirilen emeğimizin değerini biliyoruz. Bu dünyayı bizler döndürüyoruz, baştan aşağıya, evden sokağa, özelden kamuya değiştirecek olan da bizleriz!

--

--